Karadeniz’in Değişen Jeopolitiği
Karadeniz, antik çağlarda Akdeniz’den sonra ikinci önemli merkez olmuştur. M.Ö. 10. yüzyıllarda Ege insanı hiç tanımadığı bu denize açılmış, altın ve demir madenleri işletmiş, Karadeniz insanı ile temas etmiştir. Tanımadıkları Karadeniz’e açılan Egeli denizciler, adalardan yoksun bu denizde hırçın dalgalarla, kuvvetli akıntılarla, fırtınalarla ve tanımadıkları kavimlerle karşılaşmışlardır. Karadeniz’de karşılaştıkları olumsuzluklardan etkilenen bu insanlar, Karadeniz’e “dost sevmeyen deniz” anlamında “Pontos Aexeinos” demişlerdir. “Aexeinos”un eski Farsça (Pers’lerin dili) bir kelime olan ve “karanlık, muzlim” gibi anlamlar içeren “Ahşaena”dan geldiği belirtilir. “Aexeinos” adının verilişi ile ilgili bir başka iddia ise, Nuh’un oğullarından Yafes’in torunu olan Aşkenaz’ın bu bölgede yaşamış olmasıdır. Zamanla gemi yapım teknolojisinin ilerlemesi ile birlikte Karadeniz’e dayanıklı gemiler yapılmıştır. Karadeniz sahillerinde kurulan koloni şehirler vasıtasıyla bu bölgenin zenginlikleri Ege ve Akdeniz’e taşınmıştır. Böylece, Karadeniz’e bakış değişmiş ve bu denize ‘konuksever deniz’ anlamında “Pontos Euxinos” denmeye başlanmıştır.
21. yüzyılın Karadenizi tarihte nasıl anılacaktır? “Pontos Aexeinos” olarak mı, yoksa “Pontos Euxinos” olarak mı? Karadeniz’de kalıcı barışı kim sağlayacaktır? Karadeniz’in yeniden değişen jeopolitiğinde bu soruların yanıtlarını aramaya çalıştık.
Sovyetler Birliği Sonrası Kimliğini Arayan Karadeniz
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası, Karadeniz (Ukrayna, Rusya Federasyonu, Gürcistan) ve Hazar kıyılarında (Azerbaycan, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Türkmenistan) yeni devletler ortaya çıkmıştır. Moskova, Karadeniz ve Hazar’da önemli limanlarını kaybetmiştir. Varşova Paktı’nın da dağılması ile birlikte Bulgaristan ve Romanya, Moskova’nın nüfuz alanından çıkmıştır. Böylece, Sovyetler Birliği döneminde Karadeniz (Türkiye kıyıları hariç) ve Hazar (İran kıyıları hariç) Sovyet denizleri iken, günümüzde Karadeniz Avrupa denizi, Hazar ise Avrasya denizi haline dönüşmektedir. Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olan Rusya Federasyonu ise Karadeniz’de Kuzeybatı Kafkasya, Hazar’da ise Kuzeydoğu Kafkasya kıyılarına sıkışmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Karadeniz yeniden şekillenmeye başlamıştır. Karadeniz’e kıyısı olan (Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Gürcistan) veya Geniş Karadeniz Bölgesi (Balkanlarda Moldova, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Güney Kafkasya’da Azerbaycan ve Ermenistan) içinde yer alan ülkeler Rusya Federasyonu’ndan uzaklaşarak Batı’ya yakınlaşmaya başlamıştır. Balkanlarda ve güney Kafkasya’da bulunan ülkelerin ortak özelliği ya eski Sovyetler Birliğinin parçası ya da komünist rejimle yönetilen devletler olmasıdır. Söz konusu ülkelerin Batı’ya yakınlaşma konusundaki bu stratejik kararları nedeniyle, önümüzdeki on yıllarda Karadeniz’de, Avrupa-Atlantik dünyasının bir parçası haline gelmiş ve Avrupa Birliği (AB) ile NATO üyeliğine kabul edilmiş devletler, çoğunluğu oluşturabilecektir. Kimlik arayışında olan bu ülkelerin Doğu (Rusya Federasyonu, Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrasya vb.) dünyasından Avrupa-Atlantik dünyası olarak ifade edilen Batı dünyasına (ABD, AB, NATO vb.) doğru günümüzde devam eden bu jeopolitik kayış süreci, Karadeniz’in Doğu ile Batı arasındaki tarihsel sıkışmışlığını da yansıtmaktadır. Böylece Doğu-Batı kutuplaşması, Karadeniz’de bölgenin yakın geleceğini belirleyecek en önemli unsur olmaya aday gözükmektedir. Bu bağlamda, Karadeniz’i değerlendirebilmek için Osmanlı Devleti, Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği dönemlerini dikkate almayan bir Karadeniz tarihinin eksik olacağı, buna karşı Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Batı’nın Karadeniz’e yıldan yıla daha fazla nüfuz etmesi ile Karadeniz için yeni bir tarihin yazılmaya başladığını görmek gerekmektedir. Karadeniz böylece, son on yılında tarihinde hiç yer almamış iki yeni dünya gücü (ABD ve AB) ile karşı karşıya kalmıştır. Birbirleriyle eş güdümlü hareket eden bu iki siyasi, ekonomik ve askerî gücün Karadeniz’in yakın ve uzak geleceğini nasıl etkileyeceği henüz belli değildir.
Karadeniz’in kuzeybatı parçası olan ve Rusya Federasyonu sınırları içinde yer alan Kuzey Kafkasya ve Moskova’nın fiilen nüfuz alanı içinde olan Abhazya’nın da Karadeniz’de (özellikle Gürcistan ve Ukrayna’da) meydana gelen Batı yanlısı değişim rüzgarlarından etkilenmemesi mümkün değildir. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği devirleri dahil olmak üzere günümüzde Gürcistan’ın başkenti Tiflis ve Ukrayna’nın başkenti Kiev, Kuzey Kafkasyalı (Abhaz, Adige, Çeçen, Oset, Dağıstanlı vb.) aydınların toplandığı, örgütlendiği ve düşünce hareketlerinden etkilendiği iki merkez olmuştur. Bu nedenle, Tiflis ve Kiev’de farklı rüzgarların esmesi Kuzey Kafkasya ve Abhazya’yı etkilemekte, Kuzey Kafkasya halkları ile birlikte Abhaz halkının değişim ve kimlik taleplerini güçlendirmektedir. Sovyetler Birliği devrindeki özerk cumhuriyet ve özerk bölgelerin üzerinde oluşan ve devletleşme sürecini yaşamakta olan (Adigey, Karaçay-Çerkes, Kabardey-Balkar, Kuzey Osetya, İnguşetya, Dağıstan) ve/veya fiilen bağımsızlığını ilan etmiş olan federe cumhuriyetlerdeki (Çeçenistan, Abhazya, Güney Osetya) söz konusu değişim ve kimlik taleplerindeki hareketlenmenin önümüzdeki yıllarda da artarak sürmesi olasıdır. Bu nedenle, Karadeniz’de Kuzeybatı Kafkasya kıyılarına sıkışmış olan ve bu kıyılardan başka sadece Güneybatı Kafkasya kıyı şeridinde bulunan Abhazya’yı nüfuz alanında tutabilen Moskova, Batı Kafkasya’daki siyasi değişim taleplerinden çok rahatsız olmaktadır.
Güney Kafkasya’nın en stratejik öneme sahip ülkesi olan Gürcistan’da odaklaşan Batı ile Doğu arasındaki nüfuz mücadelesi, 2004 yılı başında Gürcistan’da daha sonra model haline gelen Batı yanlısı ilk sivil darbenin gerçekleşmesine yol açmıştır. Gürcistan modeli; sivil darbe ile Sovyet eğitimli yöneticilerin tasfiyesi, Batı (AB, ABD) eğitimli genç yöneticilerin iktidarı ele geçirmesi ile ülkenin demokratikleştirilmesi sürecinin başlatılması ve Batı dünyasına entegrasyonun hızlandırılması olarak özetlenebilir. Ancak, söz konusu modelin başarılı olup olamayacağı büyük ölçüde “Rusya faktörü”nün etkili olup olamayacağına bağlıdır. Gürcistan modelinin başarılı olması, Moskova’nın eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki etkisinin kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmektedir. Moskova’nın Çarlık Rusyası ve SSCB dönemlerinde kesintisiz olarak iki yüzyıldır yönettiği Karadeniz’den tasfiye edilmeye seyirci kalmasını beklemek doğru olacak mıdır? Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleşen devrimler ve Haydar Aliyev’in vefatı, Karadeniz’e Batı’nın (özellikle ABD’nin) bir adım daha yerleşmesine zemin hazırlayacak bir sürecin halkaları olarak yorumlanabilir. Nitekim, artık Karadeniz’de eski Sovyet yönetici sınıfından gelmeyen, daha genç ve Batı’ya daha açık iktidarlar dönemine girilmektedir. Ancak, iktidarların yeni ve genç bir kuşak tarafından teslim alınması, belirli fırsatlar getirebileceği gibi, potansiyel riskler de taşımaktadır. Çünkü, Karadeniz coğrafyasının karmaşık jeostratejik dengelerini gözetebilmek ve bütün etki unsurlarını iyi hesaba katabilmek, belirgin siyasal ve kişisel deneyime sahip olmayı gerektirmektedir. Kuçma, Aliyev ve Şevardnadze gibi duayenlerin yokluğu, bu meyanda potansiyel zikzaklar ve belirsizlikler ihtimalini artırmakta olsa da, mevcut kan ve kadro değişimi Karadeniz’in siyasi yapısında yeni bir döneme girilmekte olduğunun işaretleridir.
Karadeniz’in önemi neden giderek artmaktadır ?
2000’li yıllarda, Karadeniz’in öneminin giderek artmasının birkaç ana nedeni bulunmaktadır:
Birinci neden, Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması, bu dağılma sonrası batıdan doğuya doğru genişlemeye devam eden AB ve NATO’nun Karadeniz’e kadar genişlemesi ve Karadeniz’i kapsayacak şekilde Güney Kafkasya’yı da (“Dublin’den Bakü’ye”) içine alarak genişlemeyi tamamlamak istemesidir.
Nitekim, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’nin son genişlemesinden sonra, 11 Mart 2003’te AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve AB Dışişleri Bakanları tarafından kabul edilen “Daha Geniş Avrupa” (Wider Europe-Neighbourhood: A New Framework for Relations with our Eastern and Southern Neighbours) programı çerçevesinde AB, Karadeniz ülkeleri ile ilişkileri geliştirme yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Bu bağlamda, AB’nin Karadeniz’de çatışma bölgelerindeki dondurulmuş sorunların çözülmesinde, siyasi ve ekonomik reformların gerçekleştirilmesinde daha etkin bir rol üstlenmesi beklenmektedir. Daha Geniş Avrupa programında demokrasiye geçiş süreci, ödüllerle teşvik edilen ve Kopenhag Kriterleri benzeri koşulları yerine getirmeleri karşılığında adeta “AB’ye üyelik dışında hemen herşeyin teklif edildiği uzun bir süreç” olarak aktarılmaktadır. Teklif edilen hukukî çerçeve ise “ortaklıktan ziyade, üyelikten daha az bir dizi hakları” içermektedir. 14 Haziran 2004’te Daha Geniş Avrupa programına Güney Kafkasya ülkeleri de dahil edilmiştir. AB’nin Sovyetler Birliği coğrafyasındaki ikinci genişlemesinin Güney Kafkasya’yı (özellikle Gürcistan’ı) kapsaması da olasılıklar içindedir. Üçüncü Dalga olarak adlandırılmaya başlanan sözkonusu olası genişleme, Moskova’yı AB’nin Mayıs 2004 genişlemesinden daha fazla etkileyebilecektir.
İkinci neden, Karadeniz ülkelerinin yaklaşık son iki yüzyıldır Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği’nin egemenlik ve nüfuz alanında kalması ve Rusya Federasyonu’nun önümüzdeki on yıllarda ekonomik, siyasi ve askerî alanlarda toparlanması sonrası tekrar eski nüfuz alanına dönmek isteyebileceği ihtimali, söz konusu ülkelerin NATO ve AB üyeliğini gelecekteki siyasi, ekonomik ve askerî güvenliklerinin en önemli teminatı olarak görmelerine yol açmaktadır.
Üçüncü neden, 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası ABD’nin “terör” merkezlerini yok etmeye yönelik olarak başlattığı askerî harekât içinde Karadeniz’in bulunduğu özel konumdur. Nitekim, Karadeniz, ABD’nin Orta Doğu (özellikle Irak) ve Orta Asya’ya (özellikle Afganistan) açılımı için stratejik bir konumdadır. Böylece, daha önce “Doğu-Batı Enerji Koridoru” olarak literatürümüze giren koridor, bu defa “Karadeniz Güvenlik Koridoru” olarak uluslararası siyasette yerini almıştır.
Dördüncü neden, ABD’nin olası bir İran harekâtı ve Avrupa-Atlantik dünyası dışında kalan Beyaz Rusya ile Rusya Federasyonu’nun askerî hareketlerini kontrol altında tutmak için, Karadeniz’i “askerî üs, radar istasyonları ve casus uçakları ile izleme merkezi” olarak değerlendirmek istemesidir.
Beşinci neden, 11 Eylül saldırısı sonrası, dünya petrolünün yüzde 65’ini, doğal gazının ise yüzde 40’ını bulunduran ve giderek istikrarsızlaşan Orta Doğu’ya alternatif olabilecek enerji kaynakları arayışıdır. Karadeniz ve Hazar Bölgesi, coğrafî konumundan ileri gelen jeopolitik önemi yanında zengin enerji kaynaklarına sahip bölgelerdir.
Altıncı neden, Rusya-Ukrayna doğalgaz krizinin ardından, enerji güvenliğinin dünyada hayli önem kazanması ve gözlerin Karadeniz bölgesine çevrilmesidir. Nitekim Karadeniz, gerek tanker taşımacılığı, gerek petrol ve doğal gaz petrol boru hatları ile “Doğu-Batı Enerji Koridoru” üzerindedir. Bu nedenle, Avrupa’nın özellikle doğal gaz alanında enerji güvenliğinin sağlanması için Karadeniz ön plana çıkmaktadır.
Söz konusu nedenler, Karadeniz’i ister istemez giderek Batı ile Doğu arasındaki nüfuz mücadelesinin merkezi durumuna getirmektedir.
Türkiye KEİ’ye Yeni Bir Ruh Vermeyi Başarabilecek mi?
Türkiye’nin yeni politikalarını oluşturabileceği ilk ve en sağlam zemin, kuruluşunda öncülük yaptığı ve 1 Mayıs-31 Ekim 2007 tarihleri arasında altı ay dönem başkanlığını yürüteceği Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) olabilir. Nitekim, 25 Haziran 1992’de İstanbul Zirvesi’nde yayınlanan Bildiri ve Boğaziçi Açıklaması ile resmen kurulan KEİ, 2007 yılında 15. kuruluş yıldönümünü devlet başkanları zirvesi ile kutlamaya hazırlanmaktadır. Ancak, KEİ coğrafyasında başlangıç dönemi ile günümüzdeki şartlar farklıdır. Bölge ülkelerinin öncelikleri ve birbirleriyle ilişkilerinde köklü değişmeler olmuştur.
KEİ’ye Üye Ülkeler: Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya, Sırbistan, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan; KEİ’ye Gözlemci Ülkeler: Mısır, Fransa, Almanya, İsrail, İtalya, Polonya, Slovakya, Tunus, Çek Cumhuriyeti, ABD, Hırvatistan, Beyaz Rusya; Avusturya gözlemciliğe başvuruda bulunmuştur. İngiltere de başvurmayı değerlendirmektedir.
AB ve NATO’nun Karadeniz’e doğru genişlemesi ve bölge ülkelerinin AB ve NATO’ya üyelik isteği KEİ’yi gölgede bırakmıştır. Rusya Federasyonu dışında KEİ üyesi ülkelerin tümü AB ve NATO üyeliği özlemi duymaktadır. Böylece, bu fiilî durum, KEİ’nin cazibesini azaltmış, AB ve ABD’ninkini artırmıştır. Karadeniz’de dondurulmuş çatışma bölgelerini içeren ülkeler de (Moldova, Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan) KEİ’de güvenlik konularının ele alınmasını istemektedirler. Türkiye ve Rusya Federasyonu ise KEİ’nin bir ekonomik işbirliği örgütü olduğunu, üyeler arasındaki bu tür sorunların KEİ’ye taşınmasının örgütü felç edebileceğini savunmaktadır.
Türkiye’yi KEİ’yi kurmaya yönelten temel düşüncelerden biri, Karadeniz’de bürokrasiyi azaltarak ticaretin, yatırımların ve girişimciliğin önünü açmak olmuştur. Ancak, Rusya Federasyonu’nun içe dönük ekonomi politikalarına ağırlık vermesi ve diğer KEİ üyelerinin AB ile bütünleşmeye yönelmesi ile, KEİ bu işlevini kaybetmiştir.
KEİ, bu imkan ve ilgiyi üyeleri arasında bir çatışma konusu olmaktan çıkarıp uzlaşma zeminine çekebilirse, bölgesel işbirliğini canlandırabilecek ve varlığını anlamlı kılabilecektir. Avrasya’daki petrol ve doğal gazın hem güvenli biçimde ortak kullanımı, hem de Batı pazarına nakli, böyle bir işbirliğini herkes için yararlı ve zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kuruluşuna benzer bir yaklaşımın KEİ coğrafyasında petrol ve doğal gaz nakline uygulanabileceği, böylece bölgede güven bunalımı yaratmakta olan bir konunun güven tesisine çevrilebileceği düşünülmektedir.
Karadeniz’de Romanya ve Ukrayna-Gürcistan’ın Yeni İşbirliği Arayışları
Türkiye’nin KEİ’yi tekrar canlandırıp canlandırmayacağı tartışılırken, Karadeniz ülkelerinin Avrupa-Atlantik dünyasının da desteği ile yeni arayışlara girdiği görülmektedir. Türkiye’nin günümüz koşullarına göre Karadeniz için yeni siyasi açılımlar üretmekte geç kalması nedeniyle 2005 yılında, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan’ın, Baltık ülkelerinin Rusya Federasyonu’na karşı Karadeniz bölgesinde stratejik denge gereksinmelerinden kaynaklanan ve kurumsallaşmaya başlayan yeni işbirliği arayışları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Yeni işbirliği arayışlarının birincisi, Romanya’dan kaynaklanmıştır. Romanya, 2005 yılında “Karadeniz Diyalog ve Ortaklık Forumu” önerisini açıklamıştır. Karadeniz’de işbirliğine bir şemsiye olarak getirilmek istenen, katılımcılığın ve serbestliğin esas olduğu, fazla kurumsal bir yapının düşünülmediği bu forumun, 5 Haziran 2006’da Bükreş’te düzenlenecek bir zirveyle başlatılması planlanmıştır. Karadeniz’deki ve bölge dışındaki devletlere, düşünce kuruluşlarına, iş çevrelerine açık olan bir yapısının bulunması ve hemen her konunun isteyenler arasında ele alınabilmesi öngörülmektedir.
Karadeniz’de ikinci işbirliği arayışı Gürcistan-Ukrayna ikilisinin girişimleri ile başlamıştır. Gürcistan-Ukrayna ikilisinin öncülüğünü yaptığı ve bir anlamda “Karadeniz Diyalog ve Ortaklık Forumu”na rakip olan “Demokratik Seçenek Topluluğu” (The Community of Democratic Choice-CDC) daha gerçekçi temeller üzerine 1-2 Aralık 2005’te Ukrayna-Kiev’de kurulmuştur. Demokrasi, insan hakları ve dondurulmuş çatışma bölgeleri üzerine çalışmayı amaçlayan, AB ve NATO ile yakın işbirliğini öngören CDC, ikinci toplantısını, 9-10 Mart 2006’da Gürcistan-Tiflis’te yapmıştır.
İşbirliği arayışlarının üçüncüsü, Batlık ülkelerinden kaynaklanmaktadır. Baltık ülkelerinin kurmuş olduğu ve Litvanya’nın başkentinin adı ile anılan “Vilnius Groups”, Baltıkların NATO ve AB’ye giriş sürecindeki deneyimlerini Karadeniz ülkelerine aktarmak arzusundadır. ABD tarafından Baltık ülkeleri (Letonya, Litvanya, Estonya) ile Güney Kafkasya ülkeleri (Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan) arasında bir eylem planı da oluşturulmuştur. Amaç, Baltıkların ekonomik, sosyal, siyasal reformları konusunda bilgi ve deneyimini Güney Kafkasya’ya aktarmak ve bu ülkeleri NATO’ya ve AB’ye üyelik sürecine hazırlamaya katkıda bulunmaktadır. Vilnius’da 2006 yaz aylarında Karadeniz-Baltık ilişkilerini ele alacak bir konferansın yapılması beklenilmektedir.
Karadeniz’in Değişen Jeopolitiği KapsamındaTürk Boğazları
1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına kadar Boğazlardan geçiş kurallarını Osmanlı Devleti tek başına belirlemiştir. 1774-1841 yılları, geçiş rejiminin birtakım açık ve gizli anlaşmalarla belirlenmeye çalışıldığı bir dönem olmuştur. 1841 yılında imzalanan “Londra Boğazlar Sözleşmesi” ile geçiş rejimi uluslararası bir nitelik kazanmış ve bu sözleşme I. Dünya Savaşı’na kadar uygulanmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda (Mart 1920) Boğazların kontrolü ‘Boğazlar Komisyonu’ denen uluslararası bir komisyona verilmiştir. Türk Boğazlarındaki trafiği düzenleyen uluslararası belgelerin temeli ise “Boğazlar Rejimi Hakkında Montrö’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Sözleşme”dir. Türkiye, Fransa, İngiltere, İrlanda, Japonya, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan, Sovyetler Birliği arasında imzalanan Montrö (Montreux) Sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle, Uluslararası Boğazlar Komisyonunun yetkileri Türk Hükümetine geçmiştir. Sözleşmenin Boğazlardaki trafikle ilgili genel yaklaşımı, ‘geçiş serbestliği’dir. Geçişlerin kısıtlanabileceği durumlar ve kısıtlama biçimleri ayrıca gösterilmektedir.
Coğrafi özellikleri bakımından çok riskli bir yapıya sahip olan İstanbul Boğazı’ndan, Montrö Sözleşmesi’nin imzalandığı 1936 yılında ortalama olarak yılda 4700 gemi geçerken, 2001 yılında 42.637 ve 2005 yılında 54.794 gemi geçmiştir. Görüldüğü gibi son beş yılda bile geçen gemi sayısında yüzde 22’lik artış olmuştur. Ayrıca, teknolojik gelişmelere, ticaret hacmindeki artışlara ve Karadeniz’in doğu-batı koridorunda önemli bir petrol, doğal gaz transit geçiş bölgesi haline gelmesine paralel olarak boğazlardan geçen gemilerin boyutları da büyümektedir. Hazar Havzası petrollerinin dünya pazarına çıkmasıyla, yük taşımacılığının ağırlığı giderek daha fazla tanker taşımacılığına kaymaktadır. 2003 yılında yalnız İstanbul Boğazından yılda yaklaşık 134 milyon ton petrol ve türevleri taşınmıştır. Bunun yanında boğazlardan geçiş yapan tanker sayısında da ciddi bir artış bulunmaktadır. İstanbul boğazından 2001 yılında 6.516 ve 2005 yılında 10.027 tanker geçmiş, son beş yıl içinde yüzde 36 oranında artış olmuştur. Boğaz trafiği, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra kendi filolarını artırması, Doğu Avrupa ülkelerinin Ren-Tuna su yolunu ve Hazar ülkelerinin Volga-Don kanalını kullanarak Karadeniz’e açılması ile daha da yoğunlaşmıştır.
Karadeniz’in değişen jeopolitiği çerçevesinde Türkiye’nin boğazların güvenliğini de tekrar gündeme getirmesi için zamanlama uygun olabilir. Boğazlarda Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri’nin (VTS) uygulamaya girdiği 2003 yılından sonra gemi kazalarında ciddi azalma olmuştur. Ancak, Montrö’nün tartışıldığı günümüzde, kalıcı güvenliği temin etmek için boğazların “Özel Duyarlı Deniz Alanı” olarak ilan edilmesi uygun bir çözüm olabilir. Boğazların “Özel Duyarlı Deniz Alanı” olarak ilan edilmesi için gemi taşımacılığı faaliyetlerinin risk oluşturduğunun belirlenmesi, söz konusu faaliyetlerinden dolayı oluşan bir kazanın ve hasarın var olması, bölgede karaya oturma, çatma va çatışma gibi kazaların ve deniz kirliliğinin daha önceden meydana gelmiş olması gerekmektedir. Boğazlar, Avusturalya-Torres Boğazı’nın bir bölümünü de içine alan mercan kayalıklarının korunması gibi özel duyarlı deniz alanı kriterleri işletildiğinde “Özel Duyarlı Deniz Alanları” içine alınabilir. Boğazlardaki kazaların azaltılması için bu düzenlemeyle kılavuz kaptan alınması zorunlu hale getirilerek ve alınacak diğer önlemler ile birlikte bu bölgede meydana gelebilecek kaza riskleri azaltılabilir.
Sonuç: Karadeniz’in Jeopolitiğinde Değişim Sürecinde Türkiye
Gürcistan Kadife Devrimi ile başlayan süreç, değişim ve kimlik isteyen Karadeniz halklarının karşısında duran Rusya Federasyonu’nun, bölgede sonun başlangıcına geldiğini göstermektedir. Nitekim, Karadeniz halkları değişim ve kimlik isteminde ısrarcı olduğu takdirde, Rusya Federasyonu’nun bölgedeki görünümü “koruyucu” olmaktan “işgalci” olarak nitelendirilmeye doğru kayacaktır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Karadeniz’de ağırlığını yıldan yıla yitirmeye başlayan Rusya Federasyonu, dondurulmuş çatışma bölgeleri sorunlarının çözümü için anahtar ülke konumunu da kaybetmektedir.
Karadeniz’de Rusya Federasyonu’ndan doğan boşluk ancak Türkiye tarafından doldurulabilecek iken Türkiye, “uyuyan dev” konumunu korumaya devam etmektedir. Karadeniz’de en uzun sınırı olan Türkiye’nin önümüzdeki on yıllarda bölgedeki ağırlığının ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. Bu koşullar altında, AB, Kıbrıs ve Orta Doğu (Irak) gündemiyle yorgun düşen Türkiye’nin Karadeniz coğrafyasındaki tarihsel miras ve sorumluluğuna sahip çıkması, bu bağlamda Karadeniz’deki çıkar ve hedeflerini yeniden tanımlaması gereği, her zamankinden daha çok öncelik arz etmektedir. Çünkü, bir Karadeniz ülkesi olan Türkiye’nin Karadeniz halkları ile tarih, dil, din, kültür, etnik bağlara dayanan akrabalığı bulunmaktadır. Türkiye nüfusunun önemli bir yüzdesi Karadeniz’den (Balkanlardan, Kırım’dan, Kuzey ve Güney Kafkasya’dan) son iki yüz yıldır zorunlu göç ve soykırım sonrası göçenlerin torunlarından oluşmaktadır. Rusya Federasyonu’nun ardından bölgenin en büyük ekonomik ve askerî gücü olan Türkiye, aynı zamanda bölgenin Batı’ya en entegre siyasî, ekonomik, askerî ve kültürel sistemine sahip ülkesidir. Türkiye’nin önemli gelişmelere gebe görünen Karadeniz’de yeni politikalar oluşturmasına ve uygulamasına gereksinim olduğu açık bir gerçektir. Türkiye, başta Rusya Federasyonu olmak üzere Karadeniz’deki bütün ülkelere ve ABD ile AB’ye yakın ve onların güvenine sahip bölgedeki tek aktör olarak bir orta yol bulabilir. Böylece, Karadeniz’de muhtemel bir bölünmenin önüne geçebilir.
Hasan KANBOLAT
17 Nisan 2006